Ana Sayfa Blog Sayfa 3

Çininin başkenti Bursa

0

17.yy başlarında çini sanatında bir gerileme ya-şandı. Geçen yüzyılda yapılan panolarda çiçekler ve ağaçlar doğrudan yer-den çıkmış görünürken, 17. yy’da motifler artık vazolardan çıkmaya başlamıştır ki bu da özensizliğe dair ilk işaretler olarak değerlendirilir. Yüzyıl sonlarında başlayan bu gerileme Osmanlı Devleti’nin siyasi durumuyla yakından ilgilidir.

1716 yılında çini üretimi tamamıyla sona erdi. 18. yy başlarında Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, İznik’teki çini ustalarını toplayarak İstanbul Tekfur Sarayı’nda bir çini atölyesi imalathanesi açarak çiniciliği tekrar canlandırmak istemişse de bu dönem çinilerinde görülen barok etkili çiçekler, iri güller, ince imal edilen çiniler eski kalitesinde olmadığından kısa bir süre için de çini ihtiyacımız Viyana ve İtalya’dan karşılanmaya başlandı. İznik Çinileri’nde kullanılan başlıca renk ve motiflerin, üç döneme ayrıldığını görürüz; Birinci dönem, “İlk Osmanlı Dönemi” diye anılır ve bu dönemin eserleri arasında İznik Yeşil Cami, Bursa Yeşil Cami, Bursa Muradiye Cami ve Bursa Mahmut Paşa Türbesi sayılabilir. Kullanılan renkler; lacivert, mavi, turkuaz, siyah ve sarıdır. Motif olarak ise, geometrik şekiller ve stilize edilmiş bitkisel kökenli öğeler kullanılmış istanbul walking tour.

Evliya Çelebi’den notlar

Bu dönemde, Milet ve Haliç işi olmak üzere iki ayrı ekol bulunur. “Milet İşi” dendiğinde mavi-beyaz dekorlu grup, evani seramikler, “Haliç İşi” dendiğinde ise mavi-beyaz dekorlu, rumi palmet ve ince arabesk bezemeli kaplar görülür. Bu döneme “Haliç İşi” denmesinin sebebi ise; Evliya Çelebi’nin İstanbul Çini Atölyelerinde gördüğü ve bu çinilerle ilgili seyahatnamesine yazdığı şu notlardır; “Kağıthane ve Sarıyer’den getirdikleri çamurlarla maşrapa, güze (kase) ve sürahiler imal ederler ki bunlar kadar güzeli ancak Çin ve İznik çinisinde bulunabilir.” “Bu çini atölyelerinde öyle ustalar var ki yapmış oldukları kaseler, 40- 50 kuruşa satın alınıp, padişaha ve vezirlere armağan olarak götürülebilir” sözleriyle, “Haliç işi” çinileri övmüş seyahatnamesinde…

İkinci Dönem ise; “Müteakip (Geçiş) Dönemi” diye anılır. Yakın zamana kadar literatürde “Şam İşi” olarak anılan bu dönem, British Museum’da bulunan ve bu devre tarihilendirilen Cami Ömer’den gelen üç kulplu süs kandilinin ayağındaki yazı kuşağında (İznik,1949 Muslu) bulunan bilgiler doğrultusunda “Şam İşi” deyimindeki yanılgıyı kanıtlayan belgedir. Gene bu dönemde evani seramiklerinin gelişimine katkıda bulunan Fatih Devri Nakkaşbaşısı Baba Nakkaş’ı da unutmamak gerekir. Bu dönemin eserleri arasında Yavuz Sultan Selim Cami ve Türbesi, Şehzadeler Türbesi, Haseki Medresesi ve Şehzade Mehmet Türbesi sayılabilir.

Hatai tarzında bitkisel kökenli motifler, rumiler ve bulutlar desen olarak görülürken; fıstık yeşili, sarı, mavi, turkuaz, lacivert ve kiremidi renkler kullanılmış. Gene bu dönemde Şahkulu diye anılan Veli Can, Saray Başnakkaşlığı’na getirilmiş, saz yolu desenler de bu dönemde üretilmeye başlanmış. Onun öğrencisi olan Karamemiş de, çiçek ve ağaç motiflerini kullanarak çinilerimizde bahar devrini yaşatmış ustalardandır Doğaya Yazılmış Şiir Kapadokya.

Çinide Mimar Sinan Devri

Üçüncü Dönem, “Klasik Dönem” olarak adlandırılır. Dönemin değerli mimarı, Mimar Sinan, yapılarında çiniye önem verdiğinden, çiniler büyük önem kazanmış. Bu dönemin eserleri arasında da Eminönü Rüstempaşa Cami, Süleymaniye Cami, Sultanahmet Sokollu Mehmet Paşa Cami, Topkapı Sarayı Altınyol Panoları, Üsküdar Toptaşı Eski Valide Cami sayılabilir. Kullanılan renklerde kırmızı, kabartma olarak yer almış ve bitkisel motiflerde doğanın tüm ayrıntılarını iki boyutlu düzeye indiren bir yorumlama ile bir süsleme düzeni yaratılmış. Üstün bir hayal gücü ürünü olarak lale, karanfil, sümbül, tam açılmış gül ve yarı açılmış konca, nar çiçeği, üçlü ve beşli kümeleşen veya bir kökten fışkırıp kıvrılarak uzayan yaprak ve çiçekli dalların genellikle asimetrik kompozisyon düzeninde yer almış olması dönemin belirgin özelliklerinden olmuştur. Günümüzde ise Çini sanatı, 1989 yılında kurulan İznik Çini Eğitim Vakfı’nın çabalarıyla tekrar canlandırılıp, sürdürülmeye çalışılıyor. Vakfın amacı birebir eserler yapmaktan çok, dönemin kalitesine ulaşabilen çiniler üretebilmek.

Çandalar aşireti

0

Buradan yine batı tarafına iki konak,

Çandalar aşireti hudududur. Beylerinin ismi. On beş bin cesur kavim olur. Gerçek ve doğru Abaza bunlardır. Dağ Çandaları derler. İskelelerine kakır derler. Dağda Hoka adıyla denize bakar bir bağlı ve bahçeli köyü vardır.

Buradan yine batı tarafına deniz kıyısı ile üç konak gidip,

Büyük Çandalar aşireti: 25 köyleri vardır. On beş bin askere sahiplerdir.. Beyinin ismi . Limanına Çanda derler.

Gemiler kışlayamaz. Bu kabilenin dağları ardı Mamşuh Çerkezi vilâyetidir.

Bu Çandalardan yine batı tarafına deniz kıyısı ile bir konak gidip,

Keçler aşiretinin özellikleri: İrem bağı gibi bir verimi bol vilâyettir. 70 parça köylerdir. İki bin tüfenk-atar askere sahiptir. Beyinin ismi , ve hayat suyu gibi suları vardır. Ama Pisu Nehri adında büyük bir nehir suyu var, gemiler girer. Elburz Dağları’ndan beri gelip bu mahalde Karadeniz’e katılır. Temmuz ayında asla geçit vermez hayat suyudur. Kış günleri gemiler yatar güvenli yerdir.

Keçler kavminden bu mahalle gelinceye kadar bu nehrin iki yanı İrem bağlarıdır ki çeşit çeşit kendinden yetişen meyveleri olur.

Bu Keçlerin on bin askeri olur, çoğu atlılardır. Ulu kavimdir ve gayet zengin hırsızlardır. Bu aşirette Havka adında bir köyde Zepraha adlı bir Abaza’nın evinde konuk olduk. Bütün yeniçeri yoldaşlarımıza on koyun boğazlayıp ziyafet verdi. Sizbal, şilharçı ve pastalar yiyerek açlığımızı giderdik istanbul guided customized tours.

Buradan yine batıya iki konak

Arıt aşiretinin özellikleri: Keçler kavminden çok kavimdir. Ama o kadar yiğit, cesur ve hırsız değillerdir. Çoğunluğu tüccardır. Zerdeva avlarlar. Domuzları gayet çoktur. Bir mezhep nedir bilmezler, kitap nedir bilmezler ve insana bıyık altından gülmezler. Doğru sözlü kavimdir. Belki otuz bin kadar adam olur.

Beylerinin ismi . Beyleri 40-50 silâhlı cesur Abaza ile 20 koyun ve 3 sığın geyik getirip “Safâ geldiniz” diye saygı gösterdi.

Bey dedikleri bir saçlı adam, arkasında kılçıklı kebe çekmanı (pelerin), elinde oku yayı ve belinde kılıçlı bir cesur yiğit idi. Hizmetçileri tamamen uzun saçlı, güneş parçası gibi bâkireler idi.

iskelesine Antlar derler. Bir gece burada konuk olduk. Bu iskelede gemiler kışlayamaz, zira açık iskeledir.

Bir iskelesine de Liyoş derler. Burada da gemiler kışlayamaz. Ancak altı ay yatar. Ama gayet işlek iskeledir. Kuzey tarafındaki büyük dağlar içinde,

Sadşe vilâyeti: Seydî Ahmed Paşa vilâyetidir. Kuzey tarafında Çerkez aşiretleriyle komşu olduklarından dolayı Çerkez dilini ve Abaza dilini şayet iyi bilirler idi. Bin adet cesur, güçlü yiğitlerdir. Bunların belâlarından ve şerlerinden Çerkezler ve Abazalar devamlı korku üzere olduklarından Ant kavmi bunlara aman verip Arıt iskelelerine esir, balmumu ve zerdeva getirip ticaret ederler. Takaku Çerkezi dahi aman ile gelip gemilerde ticaret ederler.

Buradan yine batı tarafına üç konak deniz kenannca gölgelik, ormanlık ve sık ağaçlarla kaplı yüksek dağlan ve nice mamur köyleri seyrederek,

Kamış aşiretinin özellikleri: Beylerinin ismi . On bin yiğit ve cesur kavimdir. Melek Ahmed Paşalı Kamış Mehmed Ağa bu kabiledendir. Defalarca Arıt kavmini bozup beylerini esir etmişlerdir. Zira bu Abaza kavmi birbiriyle savaşarak evlâtlarını ve kadınlarını çalıp satarak kâr etmekle geçinirler.

“Hırsız olmayan adam bu kavmin yamnda uğursuz ve bedbaht kavimdir” diye meclislerine komayıp kız vermezler.

Bu Kamış Dağları’nda iri domuzları olur ki her biri eşek kadardır. İskelesi vardır, ama o kadar işlemez. Zira halkı gayet âsîlerdir Eflak ve Boğdan ve Sirce.

Ve bu Kamış kavmi içinde Mısır’dan ve İstanbul’dan gelme Tophane Abazaları vardır. Mescitleri var, soy sop sahibi Müslümanları çoktur.

Suyu ve havası gayet tatlıdır. Bütün köyleri kıbleye ve denize bakmaktadır. Burada da çarşı pazar yoktur. Ama iskele başlarında pazar yeri vardır.

Buradan yine batı tarafa deniz kıyısıyla üç konakta

Suçalar aşiretinin özellikleri: Beylerinin ismi . Tamamı on bin namlı yaya askeri olur. Ama dağlık taşlık yerler olduğundan atlısı azdır. İskelesi vardır, ama ismi hatırımda değildir.

Burada bir gece Havdıka adında bir köyde konuk olduk. Meğer o gece bir düğünleri var imiş. Bize yüz tekne söğüş pişmiş koyun etleri, böğrülce çorbaları, bal sulan, bozalar, pasta, şil-^harçı ve sizballar getirip nice yüz güneş parçası köleler ve bâkireler hizmet ettiler.

Sabahleyin Gönye ağası yol arkadaşımız evsahibine bir tülbend bağışlayınca cihan onun oldu. Zira bu bölgelerde asla çarşı pazar, han, hamam, dükkân, kilise ve başka yapılardan bir şey yoktur. Hemen dağlar başında kırkar ellişer haneli köylerdir.

İskelelerine yılda bir kere her diyarın gemileri; barut, kurşun, tüfenk, ok-yay, fişenk, kılıç, kalkan, mızrak ve başka silâh çeşitleri, eski pabuç, çuka kenarı, gömleklik bez, boğası, ocak demirleri, kazan, ocak içine kazan asacak demir zincir, tuz ve sabun ve buna benzer şeyleri getirir, bunlar da tüccardan alıp bâkireler, genç erkekler, yağ mumları, balmumları, zerdeva ve bal verirler. Aslâ ve kat’â bu bögelerde altın ve kuruş olmaz. Alım satımları değiş-tokuş iledir.

Eflak ve Boğdan ve Sirce

0

Eflak ve Boğdan ve Sirce, İsveç, Felemenk, Donkarkız, Danimarka, İngiliz, Nemse, İngiltere, Dış Fransa, Hırvat, Macar ve Boşnak onlardandır. .

Ama övülmüş özellikleri olan kabilelerden, Araplardan ilk olarak Mısır bölgesinde 40 adet renk renk kavimler meydana gelmiştir.

Evvelâ Mağribî, Fes, Merânkeşli, Afnu, Mayburnev, Cicilkan, Asvanî, Südanî, Funcî, Kırmankî, Bağaniski, Muncî, Berberî, Nûbî, Zencî, Habeşî ve Kelapişî ve Ulvî ve Dumbî

Yemen Arabi, Bağdad Arabi, Meval Arabi, Mekke ve Medine Arabi, Badiye ve Umman Arabi bütün Araplar 3060 kabiledir, daha fazla demişler.

Ama bunlardan Kureyşî, Haşimî, Ebtahî’dir ki kainatta yaratılmışların en yücesi ve varlıkların övüncü olan Peygamberimiz o Samî soyundan dünyaya gelmiştir, varlıklar onun yüzü suyu için yaratılmıştır.

Yukarıda yazılan değişik diller ye çeşit çeşit kavimler ile dünya süslenmiş olup ümmetlerinin elinde bütün değişik milletler zayıf ve güçsüzlerdir.

Arap kavminden başka bütün kabilelere (kavimlere) Acem derler. Onun için mübârek isimleri “Arab’ın ve Acem’in efendisi`dir.

Bu yukarıda yazılan kavimlerin önceki ataları İkinci Âdem Hazret-i Nuh Necî evlatlarından Sâm, Hâm ve Yâfes’e ulaşır. Zincirin sonu Hz. Âdem Safî’de ulaşır.

Beri taraftan istek ve arzumuz seyahatnâmemizde Abaza kavminin ilk çıkışım yazmaktır. Sağlam kaynaklardan Cevâ- hir-i Ahbâr yazmışlardır ki Hicret’ten sonra 25 [646] tarihinde Hazret-i Ömer’in halifeliği döneminde Kureyş kabilesinden Beşe adında bir Arap meliki var idi. Çok güçlü bir melik idi. Irak, Medine, Batha, Yemen, Aden ve Saba memleketlerine mutasarrıf idi.

 Cebel-i Elheme’ye verildi

Bu anılan Beşe melikin beş evlâdı dünyaya gelip her biri birer cesur yiğit oldular. Büyük oğlu Cebel-i Elheme, İkincisi Arap, üçüncüsü Keysu ve bu Keysu’nun üç oğlu oldu. Biri Keys, biri Meval, biri -Tayy idi. Yine Beşe’nin dördüncü oğlu Huda’nın hikmeti babaları Arap meliki Beşe ölünce Hazret-i Ömer’in emriyle aşiretinin beyliği (reisliği) büyük oğlu Cebel-i Elheme’ye verildi.

Bir gün bu Cebel-i Elheme hata ile bir Arabm gözünü çıkardı. Arap, Hazret-i Ömer’in huzuruna varıp dava edince kanuna göre Cebel-i Elheme’nin gözünü çıkarmak gerekti. Hemen Cebel-i Elheme, bu ceza ağır geldiğinden o gece bütün kabilesi ve aşiretleriyle ve dört can kardeşiyle kaçıp Antakya’da Harkil Kral’a varıp sığınacak bir yer ister. O da Cebel-i Elheme’ye Trablusşam dağlarını verince deniz kıyısında bir şehir kurar customized istanbul tour.

Bugünkü Cebeliye şehrine, Cebel-i Elheme yapısı olduğu için Cebeliye derler. Burada da güç, kudret ve iktidar sahibi olup Şam ve Medine etraflarını yağmalamaya başlaması üzerine Halid bin Velid ve Esved ibn Mikdad yüz bin asker ile gittiler. Cebel Cebe- liye’de duramayıp gemilerle İspanya diyarına kaçarak büyük şehir Avlonya dağlarında karar ettiler. Kureyş kavminden olduklarından bulundukları dağlara Kureyliş Dağı ve Kureyliş Arna- vudu derler. Frenk dilleriyle karıştıklarından Arnavut dilini ortaya çıkardılar.

Hâlâ ol dağ Arnavutlarının hepsi Arap gibi saçlı kavimdir. Ve şiirleri ve ezgileri Arap ezgileridir. Bundan dolayı Arnavut kavminin aslı Araptandır ki ataları Cebel-i Elheme’dir. Elbasan yakınında yatar. Ancak dininden dönen bir dinsiz olmamıştır.

Daha sonra evlâdı Dükad dininden dönerek kâfir olmuştur. Avlonya ile Delvinye arasındaki Dükad Dağları’nda bulunurlar. Kara renkli Arap gibi lehçeli ve saçlı Arnavutlardır.

Beri taraftan Cebel-i Elheme üzerine gelen Halid ibn Velid, Cebel-i Elheme’nin kardeşi Arab’ı ve Keysu’nun oğlu Keys’i ve Meval’i ve Tay’ı yakalayıp bağlayarak Hicaz’a götürüp Bağdad çölünde yurt verdi. Keys, Keys Araplarına melik (reis) oldu. Tay, Tay kabilesine melik oldu.

Amcası Arap Umman memleketine melik oldu. Ancak Keysu ve kardeşleri Lazkî ve Abazî, bu üç kardeşler tâbileriyle ve çevresindekilerle Halid bin Velid’in elinden kaçıp Bizans diyarında Konya şehrine, oradan Kostantin’e gelip birkaç sene burada kaldılar. Sonra Emevîoğullarından Ebu Süfyan oğlu Mu’a- viye’m İstanbul üzerine geldiğim duyunca orada da duracakları kalmayıp gemilere binerek Karadeniz kıyılarında Trabzon kralı Tekfur Yanvan’a varıp uygun bir yer isterler. O da;

Bunlar Kureyş kabilesindendir

“Bunlar Kureyş kabilesindendir. Bunlarda va’de ve vefa olmaz” diye ilk başta Lazkî’ye Gönye Kalesi’nden içeri Çoruh Nehri kenarını Lazkî’ye yurt verir. Laz taifesi Lazkî’den doğup yayılır, Laz kavminin aslı Arap’tır. Onun ortanca kardeşi Keysu’ya Çerakis dağlarını verip orada yerleşir. Onun için Çerkez taifesi Kureyş kabilesi Araplarındandır Büyük Faşa Çayı menzili.

Abazî’ye bu Abaza vilâyetini verir. Bu Karadeniz kenarında türeyip çoğalarak bayındır edip şenlendirdiler. Bundan dolayı bu Abaza kavminin ataları Kureyş kabilelerindendir.

Çerkez, Abaza, Laz, Arnavut, Umman Arabi, Tayy Arabi ve Keys Arabi hepsi kardeş evlatları ve Kureyş kabilesindendirler ki Cenâb-ı Bârî’nin ezelî hikmeti yeryüzünü bu kavimler ile süslemek imiş. Yeryüzünü böyle imar etti. “… Allah dilediğini yapar” [İbrahim, 27]; “… (Allah) istediği hükmü verir” [Maide, 1].

Ancak Abaza vilâyetinde ilk başta mamur olan Çaçlar aşiretidir: Mikrilce de konuşurlar. Zira Faşa Nehri’nin karşı tarafı sâfî Mikrilistan’dır. Çaç beyzâdeleri vardır. İsmi , on bin korkusuz ve cesur askere sahiplerdir. Bir mezhepte değil, vahşi, yolkesen ve cesur kavimdir.

Gayet verimli dağları vardır. Cevizleri, fındıkları ve zerdevaları çoktur. Silâhları, Arap gibi ok-yay ve mızraktır. Atlısı azdır, yayaları cesurdur, kadınları güzel, erkekleri nazlı ve hoştur.

İskeleleri, batı tarafına iki konak gidince Lakba derler, büyük iskeledir. Trabzon’a 300 mildir. Ama gemiler kışlayamaz. Kıble ve gün doğusu rüzgârı gayet şiddetli eser.

Buradan bir konak yine batı tarafa deniz kıyısıyla,

Hıfal Köyü: Arlan aşireti hudududur. Bin yiğide sahiptir ve gayet verimli yerleri vardır. Beylerinin ismi , iskelesi laçığa derler, baş iskeledir. Burada bir gece konuk olduk. Tatlı limandır. Yazın ve kışın gemiler eksik değildir.

Büyük Faşa Çayı menzili

0

Yukarıda yazılan 5 adet iskeleleri bir gün bir gecede geçip nice bin seyirler edip Gönye’den 100 mil olmuş, ertesi gün;

Büyük Faşa Çayı menzili: Büyük bir nehirdir ki Tuna gibi bir geniş nehirdir. Bazı yeri bir mil enli, bazı yeri yarım mil dar ma-hallerdir. Ama derinliği 8 kulaç ve 10 kulaç geçit yeridir. İçine Mikrilistan ve Abaza vilâyetine giden gemiler girip 100 mil yukarı giderler. Hayat suyunu andırır büyük nehirdir. Karadeniz’in poyraz tarafı bitiminde bir körfez bucağına vaki olmuştur.

İstanbul’dan bu yere gelinceye kadar 1300 mildir. Karadeniz’in bir ucu bu Faşa Çayıdır. İstanbul’dan Faşa Nehri 1300 mil.

Kaynağı, Mikrilistan, Gürcistan, Dağıstan ve Kabartay Çerkezistanı aralarında Elburz Dağı’ndan, Obur Dağı’ndan ve Sadşe Dağlarından toplanıp güney tarafa akarak Mikril ve Abaza arasında Karadeniz’e katılır.

Doğu tarafı baştan başa âsî Mikrilistan köyleridir. Batı tarafı Abazistan’m Çaçlar kavmi memleketidir. İki tarafı da sık ağaçlık ve ormanlık olduğundan Abazalar Mikril’i, Mikril Aba- zaları çalıp bezirgânlara satarlar.

Bazı tarihçiler bu Faşa Çayı için Şirvan, Gilân ve Demirkapı Denizi ki ona tarihçiler Hazar Denizi derler,

“Bu büyük çay o denizin ayağıdır ki Karadeniz’e katılır”, derler. Ama bu Faşa Nehri hayat suyudur. Gilân Denizi Karadeniz kadar bir denizdir, belki daha geniştir. Yılan zehiri gibi acı, büyük bir denizdir.

Karadeniz ile o Hazar Denizi’nin arası on beş konak yerdir ki Kabartay Çerkezi yurdu ve Dağıstan yurdunun Elburz Dağı var. Nasıl ayağı olup da Hazar Denizi Haraz Karadeniz’e katılabilir. Eğer derlerse,

“Yer altından akacak yol bulup gelir” derlerse Hazar Denizi acıdır; bu Faşa Çayı hayat suyu gibi tatlıdır. Bu görüş gerçeğe aykırı bir görüştür.

Bu Faşa Çayı’nı geçtikten sonra artık batı tarafına yönelip tam bir günde Karadeniz kenarınca gidip.

Şehnaze diyarı yani Abaza vilâyetinin özellikleri

Baştan başa Karadeniz’in doğu kısmı kıyısında bulunup başlangıcı Faşa Çayı, bitiş sınırı batı tarafında, kırk iki konak yerde Kefe eyaleti hükmünde Taman Adası yakınında Anapa Kalesi limanında son bulur, upuzun Abaza vilâyetidir.

Abaza kavminin ilk ortaya çıkışlarının anlatılması: Tuhfe kitabının görüşüne göre: Ne zaman ki Cenâb-ı Bârı, Hazret-i Âdem’i yer yüzünde kudret eliyle yarattığında Tatar sıfatlı yaratıp cennet-i me’vâsmda yakınına davet edip bütün meleklere emredince [256a] Hz. Âdem’e secde ettiler, ancak hilekâr İblis secde etmedi. Buna kesin delil; Kur’ân’da;

“[Hani meleklere, Âdem’e secde edin demiştik de] İblis’ten başkası hemen secde etmişlerdi” [Bakara, 34] âyeti açık delildir.

Daha sonra Cenab-ı Allah’ın ezelî iradesi o imiş ki, Hazret-i Âdem’in soyundan Hazret-i Risâlet’i getirip yeryüzünde son pey-gamber ve iki dünyada şefaatçi ede.

Hazret-i Âdem’i buğday bahanesiyle yer yüzüne indirip Hindistan’da Serendil (Seylan) Adası’nda nice zaman bekâr olarak yaşadı. Daha sonra Mekke-i Mükerreme’de Arafat Dağı’nda Hazret-i Havvâ ile buluştuğu için Arefe Dağı dediler.

Muhammed ibn İshak

Muhammed ibn İshakin görüşüne göre; Hazret-i Havvâ’dan kırk bin evlâdı Tatar sıfatında olup evlattan evlâda yeryüzüne yayıldı. Cennet’de Âdem Safî, Arapça ve Farsça konuşurken yeryüzüne inince dalgınlıkla Arapça’yı unutup İbrî (îbranice), Süryanî ve Dehkalî ve Derî dillerinde kelimeler söylerdi. Ki hâlâ Funcistan ve Berberistan memleketlerinde ve diğer Afrika vilâyetlerinde konuşulan değişik dillerdir. Tâ Nuh Tufam’na dek bu diller ile konuşup geçinirlerdi.

Tufan’dan sonra Hazret-i Nuh’un oğullarından Hâm, Sâm ve Yâfes evlatlarından 72 millet ve 72 dil ortaya çıktı. Sonra Hazret-i İsmail’de Araça ve Farsça duyuldu. Ondan sonra yeryüzüne çeşitli milletler yayılınca her memlekette birer dil ortaya çıktı guided istanbul tour.

İlk defa değişik diller ortaya çıkaran Hazret-i İdris’tir. Zira Cenâb-ı Bârı ilk defa/ona nice bin ilim ihsân edip kâtip idi. Vahiy ile inen suhufları yazıp biraraya getirirdi.

Tufandan sonra bütün kitaplar, Eski Mısır’ın batı tarafında Nil Nehri aşırı Heremeyn (Ehram) Dağları’dır ki onlara hâlâ Firavn Dağları derler, yanlıştır. Tufan’dan önce yapan Kâhin Surid’dir. Hazret-i îdris’in bütün kitaplarını bu dağda saklayıp Tufan’dan sonra o kitapları çıkarır, bütün eski bilgin ve filozoflar okuyarak 147 adet çeşitli diller ondan yayılır.

İsmail Nebî’den Arapça ve Farsça ortaya çıktı. Hazret-i Ays’dan Türk dili yayıldı ki Tatar dilidir. Sözün kısası Cenâb-ı Hak, Arap ve Tatar’dan bu cihanı adet çeşitli kavimler ile süsledi.

Tatar’dan ilk başta meydana gelen çeşitli kavimlerden

Tatar’dan ilk başta meydana gelen çeşitli kavimlerden: Evvelâ, Tatar kavmi, Hindli, Sindli, Muğânî, Lûristanî, Moltanî, Banyanî ve Hindistan’ın ateşe tapanları, on iki kavim ve on iki dildir.

Çin, Hıtâ, Hoten, Fağfur, Kavzak, Moğol, Noğol, Türk-Tatar, Özbek ve Acem kavimleri, Dağıstan’da Kumuk ve Kılmah kavimleri, on iki kavim ve on iki dildir.

Nogay, Heşdek, Lıbka, Çağatay, Lezgi, .Gürcü, Mikril, Şavşad, Dadyan, Açıkbaş, Ermeni, Urum, Türkmen, Kababıta ve İsrailî yani Yahudi ve Moskov, Gürcü’dendir.

Ya’kubî, Karayı ve Frenk, on iki kavim ve on iki dildir, Yahudidir ama Mesihâ mezhebdirler.

Evvela Ispanya, Fransa, Ceneviz, Portakal, Venedik, Dodoş- ka, Sırp, Latin, Bulgar, Hırvat ve Luturyan ve Talyan (Italyan) dili .

Acem’den meydana gelen keferelerin ilkleri Menuçehr’in ev-latlarından dördü kaçıp Eğri taraflarında yerleştiler Çandalar aşireti.

“Siz kimsiniz?” diye sorduklarında “Men çârız” yani “dört âdemiz” dediler, “Men çâr”dan bozulma “Macar” kavmi oldular ki 15 adet kavim keferelerdir. İlkleri Orta Macar, Erdel Macar, Seykel, Saz, Hayduşak, Leh, Çeh, Korul, Tot, Karako, Rus 12 kavimdir.

Çınar Muğla Evleri

0

Yeşilin her tonunu cömertçe kucaklayan Çamlı Köy’ de bulunan Çınar Muğla evleri, misafirlerine doğal bir tatil imkanı sunarken, bölgenin kültürünü ve yapısını da yansıtmasıyla Alternatif turizme bir örnek teşkil ediyor.

Şehrin gürültüsünden uzakta, doğayla baş başa olmanın verdiği keyfi yaşayacağınız Çınar Muğla Evleri, Restoranı ve Yayla Evleri ile de hizmet veriyor. Doğallık felsefesi ile yola çıkılan tesislerde amaç ziyaretçilere evlerinde ki rahat ve konforu verebilmek. Çınar Muğla Evleri hem tekneyle Sedir adasına geçebileceğiniz yada İncekum plajına inebileceğiniz imkanı verirken, hem de havuz başında güneşlenip, yüzebileceğiniz ve uzun yürüyüşler yapabileceğiniz seçenekler sunuyor.

Muğla yöresinin genel mimarisini yansıtan Otel ve Yayla evleri sadece dinlenmeyi değil bulunduğu bölgeyi de tanımak isteyen misafirlerine rehberlik ediyor. Öyle kİ otelin her bloğuna Muğla’ nın köylerinin ismi verilmiş ve merak uyandırılmış. Elinde olmadan soruyor insan Yenice ne demek diye örneğin.

Geleneğin uyumu

Modernin ve geleneğin uyumu dikkat çekici. Öyle ki Yayla evlerinde yer yatağı düzen kurulmuş, restoran da ise çardaklarda yer sofraları açılmış. Eğer biraz nostalji yaşamak ve bu keyfi tatmak isterseniz bunları deneyebilirsiniz. Yok eğer şimdi kim uğraşacak bağdaş kurmakla filan diyorsanız o zaman masada yemeğinizi yiyebilir yada oteldeki klimalı odanızda televizyon seyredebilirsiniz.

Yada belki de havuz başında kokteylinizi yudumlamak istersiniz.

Yirmi yedi adet süit ve beş adet standart daireden oluşan Çınar Muğla Evlerinde her türlü konfor düşünülmüş. Bir yatak odası ve salondan oluşan süitte telefon, televizyon, klima, emanet kasası, saç kurutma makinası, buzdolabı, şömine ve balkon mevcut.

Read More about ZÜMRÜDÜ ANKA EFSANESİ

ZÜMRÜDÜ ANKA EFSANESİ

0

Binlerce kuş hep birden Mezopotamya ovalarında kızıl kanatlarını çırparak, coşkun bir nehrin akıntısı gibi arkalarında kurşunî bulutlarıyla süzülüp gittiler. Kurşun rengi toz bulutunun binlerce çeşit, binlerce renk, binlerce ötüşlü meltem kanatlı kuşları; nazlı gelinler gibi süzülüp, bin renk çiçeğin, bin renk kokusuyla bezeli ovaların on bin yıllık ağaçlarının yorgun dallarına konarak, dağlarda dolaşan bir ozanın büyülü kavalına kulak kabarttılar.

Ozana büyülü sesli bir kuş eşlik ediyordu. Kuşun büyülü ötüşü ozanın kavalını tanrının kutsal ışığına dönüştürdü. Kuşun sesini ancak kalbi temiz olanlar, yüreği iyilikle dolu yanık sesli ozanlar duyabilirdi. O ozanlardan biri ve hiç kuşkusuz en önde geleni de Mezopotamya’nın yakıcı güneşi altında kavruklaşmış teni, sırma bıyıkları, ceren gözleriyle Mir Mehmet’ti.

Mir Mehmet, binlerce kuşun arasında sesi yüreğini paralayan bu büyülü kuşu aramaya başladı. O, sese yaklaştıkça, ses ondan uzaklaştı. Ses ondan uzaklaştıkça Mir Mehmet ona koştu. Ses onu günlerce peşinden sürükledi, durdu. Mir Mehmet günlerce haftalarca aylarca yol alıp, dağlar, tepeler, ovalar göller aştı ancak bir türlü sese ulaşamadı.

Büyülü sesin sahibi kuş, ozanı ısrarla çağırıyor, ardı sıra avare aşıklar gibi sürüklüyordu. Mir Mehmet gittiği her yerde sesin sahibi kuşu arıyor, gördüğü herkese onu soruyordu. İnsanlar da ona bu kuşa asla ulaşamayacağını, böyle bir kuşun hiç var olmadığını, onu aramayı bırakması gerektiğini söylüyorlardı. Ama kuşu bulursa da ölümsüzlüğe ulaşacağını ekliyorlardı.

Mir Mehmet kuşu aramayı ısrarla sürdürdü. Önce Amanoslar’a gitti, çıkmadığı tepe, geçmediği dere kalmayana kadar aramaya devam etti.

Oradaki bataklıklarda Flamingolar’ı gördü. Önce büyülü kuşa benzetti onları ama çok geçmeden aradığı kuşun bunlar olmadığını anladı ve umutsuzca memleketine dönmeye karar verdi. Aylardır görmediği babasını konaklarının önünde kendisini beklerken buldu. Sıkıca sarıldı babası Mehmet’e.

Babası oğlunun onuruna günlerce süren şölenler yaptırdı. Daha sonra baba oğul dertleşmeye koyuldular. Babası ona aradığı kuşu görüp görmediğini sordu. Mehmet derin bir üzüntüyle görmediğini ancak onu yine arayacağını ve mutlaka bulacağını söyledi. Babası da şöyle dedi oğluna: “Oğlum, eski ozanların her biri bahsetmiş bu kuştan ancak sesini duyan olmuşsa da şimdiye kadar kimse görememiş. O kuşu aramaktan vazgeç artık.”

Babasının nasihatları

Mehmet babasının nasihatlarına şöyle karşılık verdi;

“Kuş beni çağrıyor baba, vazgeçmem onu aramaktan.”

Mir Mehmet bir müddet sonra tekrar düştü yollara, büyülü sesin sahibi kuşu bulmaya çıktı. Önce Yezidiler’in kutsal topraklarına düşürdü yolunu, Laleş’e vardı. Çok iyi ağırladılar ozanı. Mir Mehmet, Mezopotamya’nın bu kara bahtlı halkını uzaktan duymuş ve haklarında çok şey öğrenmişti. Onların mutlaka kuşun yerini bileceklerini düşünüyordu. Ne de olsa onlar da bir kuşa vermişlerdi gönüllerini, avuçlarını açmış kutsamışlardı Melek-î Tavus’u. Ancak maalesef Mezopotamya’nın bu cefakar insanları da ona yardımcı olamamışlardı. Bu kez yüzünü batıya çevirmişti. Binlerce hurmalığın şıra kokusuna kestiği bir coğrafyayı taramaya başladı. Günler haftaları, haftalar ayları kovaladı.

Artık Mir Mehmet’i bir yorgunluk sardı. Bitkinlikten iki büklüm olup düştü durduğu yerde.

Bir süre sonra üzerinden binlerce rengin bir araya geldiği dev bir gölge belirdi. Gölgeyle birlikte yine o kutsal kuşun sesini duydu ve hızla gölgenin sesinin ardından koşmaya başladı… Gölge hızlandı, ozan da hızlandı. Ses uzaklaştıkça ozan ardından koşmaya başladı. Ancak Mehmet’in yorgun bedeni dayanamadı ve yere yığıldı. Kendinden geçen Mehmet’i saatler sonra bir çoban su vererek uyandırdı. Çoban; “Sen de mi o kuşu arıyorsun?” diye sordu. “Evet” dedi Mehmet ve sordu; “Uçan dev gölgeli kuş o muydu?” Çoban; “Bilmiyorum, emin değilim” diye cevap verdi.

Mir Mehmet tekrar yola koyuldu, ormanlar aştı. Günler sonra Koçerlerin yaşadığı ovalara vardı. Kıl çadırlarda ağırladılar ozanı. Konuksever Koçerler günlerce onu konuk edip güçlendirdiler.

Günler sonra bin renkli, bin kulaç kanatlarından daireler çizerek yeryüzüne inen kuş sürüsünü yine gördü ozan. Kuşlar Mezopotamya ovalarında nazlı nazlı süzülüyorlardı.

Ozan yine o büyülü kuşun ardına düştü. Ve sonunda nihayet arzusuna kavuştu. Heyecanla bağırdı; “İşte orda, vallahi de, billahi de o kuş işte, bin ötüşlü kuş işte” dedi.

Koçerler hep bir ağızdan karşılık verdiler ona; “Hayır o değil, biz ötüşünü duymuyoruz. Duysaydık cenneti yaşar, ölümsüzlüğü tadardık.

Mehmet ısrarla kuşun ardından gitti, yine dereler tepeler aştı, yollar katetti, ama yine kaybetti kuşun izini.

Mir Mehmet, Torosları, Amanoslar’ı, Çukurova’yı dolaşmış, Dicle ve Fırat’ı aşmış Cudi, Zagros, Sincar, Abdülaziz dağlarında gezmediği yer bırakmamıştı. Bir türlü kararından vazgeçmiyor, yine dağlar tepeler aşıyordu. Gittiği her yerde Mezopotamya’nın kaval sesi kadar yanık sesli ozanları ile karşılaştı. Ozanların yanık ezgileri yüreğine cesaret, bedenine güç verdi ve kararlığını sürdürmesine yardımcı oldu.

Mehmet, günler sonra ulaştığı köyde dinlendikten sonra o kutsal ötüşlü kuş için yaktığı türküleri okumaya başladı. Yanına nur yüzlü yaşlı bir ozan geldi. “Sen Mir Mehmet’sin” dedi ve durdu yanı başında Mehmet’in. Mehmet şaşırmış halde ihtiyara baktı ve cevap verdi; “Evet benim” dedi.

Yaşlı ozan, Mehmet’in yanına oturarak konuşmasına devam etti, “Senin aradığın kuşu biliyorum. O kuş Zümrüd-ü Anka’dır…” Mehmet heyecanla kulağını ve gözünü yaşlı ozana verdi. “O bütün kuşların hükümdarıdır. O’nun yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı’nın tepesindedir.

Oraya varmak için yedi dipsiz vadi aşman gerekir. Ona ulaşmak isteyen kuşlar beş vadi aşamadan telef oluyorlar. O, sadece bir insan oğluna bakıp dost olmuş, o da kendi eliyle büyüttüğü Rüstem’in babası Zal’dır.”Mehmet, yaşlı ozanın anlattıklarından çok etkilenmişti. O günden sonra güzel sesli Zümrüd-ü Anka için türküler okudu ve Hz. Süleyman gibi bütün kuş dillerini öğrendi. O, artık kuşların Miri’ydi. Ozan Mir Mehmet’ti…

Read More about YEDİ KİLİSE LAODİKYA

YEDİ KİLİSE LAODİKYA

0

LAODİKYA

14 Ve Laodikyada olan kilisenin meleğine yaz: Amin.sadık ve hakiki şahit.Allahm hilkatinin başlangıcı,

bu şeyleri diyor:

15 Senin işlerini bilirim, ne soğuksun ne de sıcak; keşke soğuk yahut sıcak olaydın.

16 Böylece ne sıcak ve ne de soğuk, ılık olduğun için, seni ağzımdan kusacağım.

17 mademki: Zenginim, ve zenginleştim ve ihtiyacım yoktur diyorsun, ve zavallı, ve acınacak halde ve fakir ve kör ve çıplak olduğunu bilmiyorsun;

18 zengin olasın diye. ateşle tesviye edilmiş altın, ve giyinesin ve çıplaklığının ayıbı görünmesin diye, beyaz esvap, ve göresin diye, gözlerine sürmek için göz ilacı benden satın almayı sana nasihat ediyorum.

19 Ben sevdiklerimin hepsini tevbih ve tedip ederim ;şimdi gayretli ol ve tövbe et

20 İşte kapıda duruyor ve çalıyorum; eğer biri sesimi işitir ve kapıyı açarsa,onun yanına gireceğim, ve ben onunla, ve o benimle akşam yemeği yiyeceğiz.

21 Ben nasıl galip oldum ve Babamla onun tahtında oturdumsa, galip olana da benimle benim tahtımda oturmayı vereceğim.

22 Kulağı olan işitsin, Ruh kiliselere ne diyor

Kilise Dönemi : Döneklik

Gönderme yapılan konu : Ilık kent suyu1

Konu : Göz ilacı;Nard indien;Trimata

GÖZ İLACI :Frigya taşı denilen bir taştan üretilen pudra temel alınarak yapılan bir göz damlası çok tanınmıştı. Formülünün Galen tarafından bulunduğu söylenir. Kentte bir oftalmoloji kliniğinin varlığından bahsediliyorsa da yeri bulunamadı.

NARD İNDİEN : İşitme sorunları olanlar için sadece bu kentte bulunan ,aromatik bir bitki .Bu bitkiden üretilen ilacın reçetesi de Galen’e aittir.

TRİMİTA : Siyah yünlü kumaştan yapılan ve o devirde tüm Ege bölgesinde tanınmış bir dokuma çeşidi.Loadikya bu dokuması ile ünlüydü. Kentin zenginliğinin bir bölümü bu kumaşın üretimine dayanıyordu.

Read More about Çınar Muğla Evleri

Gül Camii

0

Gül Camii (Aya Theodosia)

Gül Camii (Ayia Theodosia) İstanbul’un Ayakapı semtindeki Doğu Roma döneminden kalma dinî yapıdır. Eski adı ve yapım tarihi hakkında kesin bilgiler olmamakla birlikte 10. ya da 11. yüzyılda yapıldığı tahmin edilmektedir. İkonoklazm akımı sırasında Büyük Saray’ın ana girişi Halki Kapısı üzerindeki İsa ikonasının indirilmesine karşı çıktığı için öldürülen Theodosia adlı kadının kutsal emanetlerinin bu kiliseye konduğu ve bu kilisenin Aya Theodosia olduğuna inanılır. 1499 yılında camiye çevrilmiştir.

Bina tuğla tonozlu bir bodrum üzerine inşa edilmiştir. Kilisenin planı Yunan haçı biçimindedir. Kubbe, duvarlara bitişmeyen dört ayak üstünde durur. Binanın doğu tarafında, ortadaki daha geniş olmak üzere üç apsis vardır. Apsislerdeki nişler ve tuğla bezemeler 13. ve 14. yüzyıllardaki tamirler sırasında yeniden yapıldığını gösterir. Orta apsisle sağ yan nef arasındaki payede içinde bir mezar olan bir hücre bulunur.

Ayasofya Camii (Ayasofya Kilisesi)

Ayasofya (Latince: Sancta Sophia ya da Sancta Sapientia), Bizans İmparatoru I. Jüstinyen tarafından M.S. 532 – 537 yılları arasında İstanbul’un tarihi yarımadasındaki eski şehir merkezine inşa ettirilmiş bazilika planlı bir patrik katedrali olup, 1453 yılında İstanbul’un Türkler tarafından alınmasıyla Fatih Sultan Mehmet tarafından camiye dönüştürülmüştür ve günümüzde müze olarak hizmet vermektedir. Ayasofya, mimari bakımdan, bazilika planı ile merkezî planı birleştiren, kubbeli bazilika tipinde bir yapı olup kubbe geçişi ve taşıyıcı sistem özellikleriyle mimarlık tarihinde önemli bir dönüm noktası olarak ele alınır.

Binanın adındaki “sofya” sözcüğü herhangi bir kimsenin adı olmayıp, eski Yunanca’da “bilgelik” anlamındaki sophos sözcüğünden gelir. Dolayısıyla “aya sofya” adı “kutsal bilgelik” ya da “ilahî bilgelik” anlamına gelmekte olup, Ortodoksluk mezhepinde Tanrı’nın üç niteliğinden biri sayılır. 6. yüzyılın ünlü mimarlarından Milet’li İsidoros ve Tralles’li Anthemius’un yönettiği Ayasofya’nın inşaatinde yaklaşık 10.000 işçinin çalıştığı ve Jüstinyen’in bu iş için büyük bir servet harcadığı belirtilir.

Bu çok eski binanın bir özelliği yapımında kullanılan bazı sütun, kapı ve taşların binadan daha eski yapı ve tapınaklardan getirilmiş olmasıdır. Bizans döneminde Konstantinopolis Patriği’nin patrik kilisesi ve Doğu Ortodoks Kilisesi’nin merkezi olmuş bulunan Ayasofya, doğal olarak vaktiyle büyük bir “kutsal emanetler” koleksiyonunu içermekteydi.

1453’de kilise camiye dönüştürüldükten sonra Osmanlı sultanı Fatih Sultan Mehmet’in gösterdiği büyük hoşgorüyle mozayiklerinden insan figürleri içerenler tahrip edilmemiş (içermeyenler ise olduğu gibi bırakılmıştır), yalnızca ince bir sıvayla kaplanmış ve yüzyıllarca sıva altında kalan mozayikler bu sayede doğal ve yapay tahribattan kurtulabilmiştir. Cami müzeye dönüştürülürken sıvaların bir kısmı çıkarılmış ve mozayikler yine gün ışığına çıkarılmıştır.

Kısaca günümüzde tüm dünya insanları bu mozayikleri görmelerini bir kişiye borçludur: O da, sanatı seven ve diğer dinlere saygı gösteren Osmanlı sultanı Fatih Sultan Mehmet’tir. Günümüzde görülen Ayasofya binası aslında aynı yere üçüncü kez inşa edilen kilise olduğundan Üçüncü Ayasofya olarak da bilinir. İlk iki kilise isyanlar sırasında yıkılmıştır. Döneminin en geniş kubbesi olan Ayasofya’nın merkezî kubbesi, Bizans döneminde birçok kez çökmüş, Mimar Sinan’ın binaya istinat duvarlarını eklemesinden itibaren hiç çökmemiştir.

Read More about Fenari İsa Camii

Fenari İsa Camii

0

Fenari İsa Camii (Lips Manastırı)

Fenari İsa Camii ya da Molla Fenari Camii (Yunanca: Eklizya tu Livos; Livos Kilisesi), İstanbul’da, eskiden Ortodoks kilisesi olarak kullanılırken Türklerin şehri ele geçirmesi ile birlikte camiye çevrilen bir ibadethanedir.

Kilise olarak kullanıldığı dönemlerden kalma
Azize Evdokya’yı betimleyen duvar mozayiği;
10-11. yy., İstanbul Arkeoloji Müzesi.

908 yılında, Bizanslı amiral Konstantinos Lips, dönemin imparatoru VI. Leon huzurunda bir manastır inşaatı başlattı. Manastırın bulunduğu yer, eski Bayrampaşa Deresi’nin (Lycus Irmağı) çevresinde bir vadide, o dönemde Merdosangaris olarak adlandırılan bir bölgede bulunuyordu. Yapı, Bakire Theotokos’a adanmıştı.

Typikon adı verilen ve kilisenin yapım aşamasına ve sonrasına ilişkin bilgiler verilen kitapta, kilisede 50 kadın din görevlisinin bulunduğu; ayrıca 15 yataklı bir hastanesi olduğu yazılıdır. Bu hâliyle o dönem Konstantinopolis’inin en büyük kurumlarından biridir. Günümüzdeki yapı, 6. yüzyıldan kalma başka bir kilisenin kalıntıları üzerine yapılmış olup, yapımında eski bir Roman mezarlığının mezartaşları kullanılmıştır. Ortodoks azizelerinden Aya İrini (Azize İrini)’nin kutsal emanetleri de burada saklanmıştır. Kilise kullanımda olduğu dönemde halk arasında Kuzey Kilise olarak bilinmekteydi.

Dördüncü Haçlı seferinin sonrasında, Bizans İmparatorluğu kendini toparlarken, 1286 ve 1304 yılları arasında, ölmüş Mihail Paleologos’un eşi İmparatoriçe Teodora Dukena Vatatzena, birinci kilisenin güneyinde Yahya peygambere adanmış yeni bir kilise inşa ettirdi. Paleologos hanedanının ileri gelen üyeleri buraya gömülmüştü. Burada gömülü olanlar arasında İmparatoriçe Teodora’nın yanısıra, oğlu Konstantinos, İmparatoriçe Monfràlı İrini ve kocası İmparator II. Andronikos Palaiologos da vardır. İmparatoriçenin yaptırdığı bu kilise ise Güney Kilise olarak biliniyordu.

14. yüzyılda, kiliseye bir narteks ve pareklezyon eklenmiştir. Buraya imparatorluk hanedanının üyelerini gömme geleneği 15. yüzyılda da sürdü. VIII. Yannis Palaiologos’ın eşi Moskovalı Anna da halk arasında veba salgını paniği yaratmaması için öldüğü gece burada toprağa verildi. Kilisenin 1453 yılındaki Fetih’ten sonra da mezarlık olarak kullanıldığı sanılmaktadır.

Osmanlı Dönemi

1497-1498 yıllarında, İstanbul’un Türklerin eline geçmesinden kısa bir süre sonra, II. Bayezid’in hükümdarlığı döneminde yapının Güney Kilise olarak adlandırılan bölümü, Molla Şemseddin Fenari’nin yeğeni Rumeli kadıaskeri Fenarizade Alaaddin Ali bin Yusuf Efendi tarafından mescite çevrildi. Yapının güneydoğu kısmına bir minare eklendi. Yarım kubbelerden biriyse mihraba çevrildi. Medresenin başhatiplerinden biri olan İsa efendinin adı camiye verildi. 1633 yılında bir yangında büyük hasar görerek kullanılamaz hâle gelen mescidin, 1636 yılında sadrazam Bayram Paşa tarafından onarımı gerçekleştirildi. Aynı dönemde yapı camiye, Kuzey Kilise de tekkeye çevrildi. Kolonlar payandalarla desteklendi. İki kubbesi baştan inşa edilerek duvarlardaki mozayikler söküldü. 1782 yılında gerçekleşen başka bir yangın yapıya zarar verdi. Bunun ardından geçirdiği ilk büyük onarım ancak 1847-1848 yıllarında oldu. Bu onarımda da Güney Kilise’nin kolonları desteklenerek, nartekste korkuluk görevi gören yarımduvarlar kaldırıldı. 1918 yılında yine bir yangın geçiren yapı boşaltıldı ve kullanım dışı kaldı. Cumhuriyet ilan edildikten sonra, 1929 yılında gerçekleştirilen kazılar sırasında 22 adet lahit bulundu. Yapı 1970 ve 1980’lerde Amerika Bizans Topluluğu tarafından kapsamlı bir bakım ve onarım sürecinden geçti. Günmüzde hâlen cami olarak hizmet vermektedir.Lips Manastırı olarak da bilinmektedir.

Mimari Özellikleri

Kuzey Kilise

Kuzey Kilise, o dönem mimarisinde pek rastlanmayan bir biçimde inşa edilmiştir. Beşnoktasal yapı tarzı olarak adlandırlabilecek bu yapı, ana binanın dört köşesinde ve tam ortasında birer kolona sahipti. Bu, Konstantinopolis şehrinde, bu tarzda yapılan ilk dinî yapılardan biriydi. Büyük olasılıkla kalıntıları günümüze ulaşmayan 880 yapımlı Nea Eklezya’nın (Yeni Kilise) bir prototipiydi.

Kilisenin boyutları nispeten küçüktür. İç kullanım alanı 13 metre uzunluğunda ve 9.5 metre genişliğindedir. O dönemde manastırda yaşayacak olan nüfusa yetecek boyutlarda tasarlanmış ve inşa edilmiştir. Kuzey kilisenin duvarları tuğla ve küçük sert taş blokların birlikte kullanılmasıyla inşa edilmişti. Bu, 10’uncu yüzyıl Bizans mimarisinin tipik özelliklerinden biriydi. Tuğlalar kalın bir harç tabakası kullanılarak birleştirilmişti.

Yapının 3 yüksek yarı-kubbesi apsis vardır. Ortadaki apsis, pastoforya, köşeli yapıdadır. Merkez apsisin yanlarındaki apsisler ise geleneksel Bizans kiliselerinde olduğu gibi diakonikon ve prothesis olarak kullanılmaktadır. Apsisler üçlü ve tekli kargı pencerelerle bölünmüştür. Ayinlerin yapıldığı yer olan naosta iki sıra pencere yer alır. Alt sıradakiler üçlü kargı pencere olup, üst sıradakiler yarım dairesel biçimdedir. Kilisede iki uzun pareklezyon vardır ve bunların uçları birer apsisle sonlanmaktadır. Yapının dört yanında, kubbeye dayanak görevi yapan dört çatı duvarı vardır ve sekiz pencereli kubbe bunların üstüne kondurulmuştur.

Özgün süslemelerden günümüze, dört merkez taşıyıcı kolondan üçünün dibindekiler kalmıştır. Ayrıca pencere kenarlarında ve kubbe kasnağında da Bizans döneminden kalma özgün dekoratif süslemeler göze çarpmaktadır. Özgün planda duvarlarında genelde mermer paneller ve renkli çiniler bulunsa da günümüzde yalnızca izleri görülebilmektedir.

Genel olarak değerlendirildiğinde, kuzey kilise, Laleli’de bulunan ve kiliseden camiye çevrilmiş başka bir yapı olan Mireleon Kilisesi (Bodrum Camii) ile büyük mimari benzerlikler göstermektedir.

Güney Kilise

Yahya peygambere adanan güney kilisenin kubbesi

Güney Kilise, üzerinde bir kubbe bulunan dörtgen biçimli bir mekândır. Sonradan eklenmiş bir pareklezyonu bulunmaktadır. Geç dönem Paleologos mimarisinin özelliklerini taşımaktadır. Kilisenin yapımında katkısı olan iyilikseverlerin anısına koyulan anıtlara ve mozolelere yer açmak adına pareklezyonlar ile kilise genişletilmişti. Kilisenin merkez bölümü 3 sütunlu bir kemeler yan bölümlerden ayrılmıştı. Kalabalık ayinlerde burada toplanan kişiler kilisenin orta bölümünde olup bitenleri görmekte güçlük çekmiş olması olasıdır.

Kuzey Kilise’de olduğu gibi burada da dış duvarlar tuğla ve taşın birlikte kullanılmasıyla oluşturulmuştur. Güney kilisede ve bu kilisenin ana apsisinde yoğun olarak süslemeler yapılmıştır. Ana apsis, üç sıra nişten meydana gelmiştir. Ortada üç sıra pencere bulunur. Duvarların yapımında kullanılan tuğlalar svastikalar, yaylar, güneş haçları ve menderesler oluşturacak biçimde dizilmiştir. Desenler arasında beyaz ve koyu kırmızı şeritler bulunur. Genel olarak bir sıra taş; iki ilâ beş sıra da tuğla kullanılmıştır. Bu yapı, İstanbul’da orta ve geç dönem Bizans mimarisinin özelliklerini yansıtan önemli yapıtlardandır.

Read More about Eski İmaret

Eski İmaret

0

Eski İmaret (Pantepoptes Manastırı Kilisesi)

Eski İmaret Camii (Pantepoptes Manastırı Kilisesi) İstanbul’un Zeyrek semtinde Doğu Roma döneminden kalma dinî yapıdır. 1081- 1087 yılları arasında inşa edildiği tahmin ediliyor.

Kilise Komnenos hanedanının kurucusu Aleksios Komnena tarafından yaptırılmıştır. Fatih Sultan Mehmet döneminde medrese olarak kullanılan Zeyrek Camii’nin imarethanesi olarak kullanılmıştır. Fatih medreseleri yapılınca cami olmuştur.

Fethiye Camii (Pammakaristos Manastırı)

Eskiden Kilise olan ve şimdi cami olarak kullanılan Fethiye camii.

Fethiye Camii, İstanbul Fatih’e bağlı Fethiye mahallesinde bulunan camidir. Hıristiyanlık’ta, Fethiye Camii’nin adı Pammakaristos Manastırı’dır.

Aslında kilise olarak, 13. yüzyıl sonlarında Bizans’ın ileri gelenlerinden Mihail Glabas Tarkaniotes tarafından inşa ettirilmiştir. İstanbul’un fethinden sonra 1454 yılında patrikhane olarak kullanılmıştır. 1601 yılında İran savaşlarında Gürcistan ve Azerbaycan’ın fethedilmesiyle, fethin hatırası olarak camiye dönüştürülmüştür.

Fethiye Camii, camiye dönüştürülürken kilisenin apsis kısmı yıkılarak yerine kıble yönüne uygun bir mihrap yapılmış, bir minare ve medrese inşa ettirilmiştir. Cumhuriyet döneminde müzeye dönüştürülmüş, 1955 yılında Amerikan Bizans Enstitüsü tarafından içindeki mozaik ve freskolar açığa çıkarılmış, sonradan yapılan kemer sökülüp yerine eski haline uygun sütunlar yapılmıştır. 1960’lı yıllarda yeniden camii olarak ibadete açılmıştır. Camii’nin duvarları taş ve tuğla karışımıdır. Dış duvarlarında ve içerideki mozaiklerde Grekçe yazılar göze çarpmaktadır.

Read More about Gül Camii